BURAK MAVİ
Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleşen “Türkiye and Europe in a Changing World: Turkish Republic Centennial” konferansına katılan ünlü İngiliz tarihçi Timothy Garton Ash, konferans öncesinde sorularımızı yanıtladı. 2000’lerin başında Türkiye açısından inanılmaz bir iyimserlik olduğunu anımsatarak röportaja başlayan Ash, “Hiç unutmam 2004 yılında Oxford Üniversitesi’nde Avrupa Çalışmaları Merkezi’nde Recep Tayyip Erdoğan inanılmaz bir konuşma yapmıştı. Müthiş bir iyimserlik vardı o zaman. Hatta şöyle demişti: Ben müthiş bir Avrupalıyım, hem biz bir grup olarak hem de ben birey olarak Avrupa değerlerine son derece yakından bağlıyım. Türkiye’nin ait olduğu yer Avrupa’dır şeklinde söylemleri vardı. Bunlar başka bir zamandı” diyen Ash’e sonrasındaki bakış açısını ve son gelişmeleri biz sorduk, o yanıtladı:
▶Türkiye açısından bu iyimserlikte tam olarak kırılma noktası ne oldu? Nerede değişti her şey?
Yeni kitabımda tam olarak bundan bahsediyorum. Bu döneme Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki döneme atıfta bulunacak biçimde Duvar Sonrası Dönem diyorum. 9 Kasım 1920’den 24 Şubat 2022’ye kadar olan dönemi kapsıyor. Bir futbol maçı gibi düşünün. Yani Türkiye açısından maçın iki devresi var. Sonrasında bir dönüm noktası olarak baktığımızda 2008’i belki bir kırılma noktası olarak alabiliriz. Bütün dünyada küresel bir finansal kriz başladı. Bunun etkisini de genel olarak Euro bölgesinde hissetmeye başladık. Sonra Putin’in yaptığı bazı aksiyonlar var. Örneğin güneye doğru yani Gürcistan’a doğru gitmesi bir dizi olayları tetikledi. Ardından genel olarak Avrupa gelişim yoluna baktığımızda Avrupa Birliği’nin genişlemesi bir kesintiye uğruyor ve durma noktasına geliyor. Bununla birlikte Avrupa Birliği bir obsesyon içerisinde kendi içindeki sorunlara eğilmek zorunda kalıyor. Buna çok önemli ölçüde göç ve Ukrayna meselesi de katkıda bulunuyor. Bir de Türkiye’nin kendi içerisinde bazı gelişmeler yaşanıyor. Bunlar da birbirini karşılıklı olarak etkileyen faktörler.
▶Son bakan değişiklikleri, ekonomide atılan yeni adımlarla son dönemde Türkiye açısından yeniden Avrupa cephesinden almaya başladığımız bazı iyimser mesajlar duyar olduk. Bu süreç Türkiye’yi yeninden Avrupa eksenine yaklaştırabilir mi?
Bu gelişmelerin her şeyden önce Türk halkı için olumlu olduğunu düşünüyorum. Gerçi Bill Clinton’ın meşhur bir sözü vardır, der ki; “ekonomi bazen de o kadar akıllı değildir”. Her şeyin üstesinden ekonomi gelemez. Ama günün sonunda ortada bir ekonomik realite var ve bu hepimiz için de önemli. O zaman üç tane önemli başlık karşımıza çıkıyor. İlki daha mantıklı ve rasyonel seçimlere dönüldüğünde bu Türkiye’nin hem diğer Avrupa ülkeleriyle hem de Avrupa Birliği ile daha yakından bir ekonomik entegrasyona girebilmesini sağlıyor.
İkincisi Avrupa ülkeleri ve Avrupa Birliği ekonomilerine baktığımızda Covid pandemisi veya Rusya-Ukrayna savaşı gibi nedenlerle bir takım sıkıntılar çekerken her ne olursa olsun, büyük de olsa küçük de olsa ekonomik dinamizm yaratacak bir umut ışığı haline geliyor.
Ve üçüncüsü de özellikle Brexit ve Ukrayna gelişmeleriyle AB’nin etrafındaki ülkelerle ilişki kurma paradigması da değişmeye başladı. Bir de tabii ki Batı Balkanlar ile illişkileri ve Brexit sürecindeki müzakereler döneminde Avrupa Birliği ile ilişkinizin şeklini seçme şansınız yoktu. Ya içindeydiniz AB’nin ya da dışındaydınız. Ama şimdi diğer ülkelerle hem başka ilişki kurma biçimleri ortaya çıkıyor hem de bazı esneklikleri de beraberinde getiriyor son dönemde yaşananlar. Bu üç olgu tabii ki Türkiye’nin AB ile yakın ilişki kurmasında etkili oluyor. Ama tüm bunların ötesinde Avrupa Birliği’nin çok önem verdiği bir diğer konu hukukun üstünlüğüne ilişkin çekinceler de var.
▶Bu Angela Merkel’in zamanında bahsettiği ayrıcalıklı ortaklık tarzı bir ilişki biçimi midir?
Bu türden önerilere böyle büyük bir etiketler koymamak önerimdir. Nike’ın sloganı gibi düşünmek lazım bunu: Just do it. Yani yap gitsin.
▶Avrupa Birliği’nin özellikle Ukrayna meselesiyle birlikte korumacı bir alana geçtiğini görebiliyoruz. Fakat bir de uzun bir süredir Avrupa açısından kritik bir göç sorunu var. Önce Arap Baharı ile bütün kıta Avrupa’sına da yayılan ve Türkiye’nin çoğunlukla bir blok olduğu bir göç dalgası var, şimdi de bir diğer krizle karşı karşıyayız. Filistin-İsrail meselesi. Bu süreç hem Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerini hem de Avrupa politikalarını nasıl etkiler?
Bir defa bu güzel İstanbul gününde biz burada otururken kuzeyinizde bir büyük savaş devam ediyor. Güneyinizde savaş var. Doğu’da Dağlık Karabağ’da savaş var. Yine Doğu Akdeniz’de büyük çatışmalar var. Doğu, batı, kuzey, güney her yanda büyük çatışmalar var. İstanbul’da oturup bunu konuşuyor olmak cidden ilginç.
2023 Avrupa politikası bağlamında yeni bir 2015 olma yolunda görünen bir sürece sahip. Bunu biraz açayım: Kitlesel göçün, Avrupa’nın ulusal politikaları üzerinde çok ciddi bir etkisi oldu. Özellikle de İspanya, Fransa, Polonya, Macaristan’da şimdi Almanya’da da seçmenlerin milliyetçi tarafa iten bir durumu beraberinde getirdi. Kim bilir, İsrail-Filistin arasındaki savaş yine böyle bir kitlesel göç dalgasını beraberinde getirebilir mi?..
Zaten laf ona gelmeden Afrika’dan çok farklı nedenlerle özellikle Akdeniz rotaları üzerinden bir göç dalgasının başladığını görüyoruz. Bir başka göç dalgası daha farklı bir etki yaratır mı bilemiyorum.
▶Türkiye uzun zamandır bir yabancı sermaye sıkıntısı ve uluslararası piyasalara entegrasyon sorunu yaşıyor. Türkiye bu açıdan geçmişteki altın çağını yakalama potansiyeli yaşıyor mu?
Sonuçta bir ekonomist değil bir tarihçiyim ama bir tarihçi bakış açısıyla şunu çok rahat bulunduğum yerden söyleyebilirim. Türkiye’nin müthiş bir potansiyeli var. Çok genç bir nüfusa sahip. Jeostratejik konumu oldukça avantaj sağlayabiliyor. İlk sorunuzla birlikte değerlendireceğim, yabancı sermaye için tüm dünyada çok sıkı bir rekabet yaşanıyor. Yabancı yatırımcıları ikna edebilmek için rasyonel bir ekonomi planına ve elbette o projelerin gerçekten uygulanmasına ihtiyacınız var.